İNSAN HAKLARI DEKLARASYONUNUN TASLAĞI ÜZERİNE

YDİÇ Sayı 189’dan alınmıştır
(İNSAN HAKLARI DEKLARASYONUNUN TASLAĞI ÜZERİNE)

HALKLARIN BARIŞI VE GÜVENLİĞİ İÇİN SSCB NÖBETTE
Sovyet Delegasyonunun Yöneticisi A. J. Wyschinskij’nin
(Paris’te Eylül’den Aralık 1948’e kadarki)
BM Genel Kurulu’ndaki Konuşması
“ TÄGLICHE RUNDSCHAU” YAYINEVİ BERLİN – 1949

VI. İNSAN HAKLARI DEKLARASYONUNUN TASLAĞI ÜZERİNE
9 ARALIK 1948’DE
GENEL KURULDAKI KONUŞMA

1-Bu Taslağın Büyük Zaafları
Sovyetler Birliği’nin temsilcileri bilindiği üzere, insan hakları konusunda deklarasyon taslağını hazırlayan Üçüncü Komisyonunun çalışmalarına aktif olarak katıldı. O daha önce bu konuyla uğraşan ve bu sorunda açıklama taslağı üzerinde çalışan çeşitli organlarda da aktif olarak yer aldı. Üçüncü Komisyona, Cenevre’de başlamış olan çalışmayı tamamlamak ve 1947’de ilk taslağı ortaya çıkarılmış olan, “Cenevre Taslağı” olarak bilinen bu belgeyi sonuçlandırmak görevi düştü.
Bu taslak, bazı üstünlükleri yanında bir dizi büyük zaafları da içinde barındırmaktadır. Esas eksikliği onun formel-hukuki karakterinde ve bu deklarasyonda ilan edilen temel özgürlükler ve insan haklarının gerçekleşmesinin teşvik edilmesine uygun olan önlemleri hiçbir şekilde içermemesinde yatmaktadır. Cenevre Taslağı bilindiği üzere daha sonra değişikliklere uğradı; ama onun bu esas zaafı yerinde kaldı ve ne yazık ki son döneme kadar bertaraf edilmedi. Bu eksiklik Genel Kurulun şimdiki oturumundaki taslağın hazırlanışı sırasında da ortadan kaldırılmadı.
Biraz önce sözünü ettiğim bu taslağın formel-hukuki karakteri, insan haklarıyla ilintili çok önemli sorunlara ayrılmış bir dizi makalede soyut biçimde ifadesini bulmaktadır. Örneğin İnsan Hakları Deklarasyonu’nun Genel Kurula gözden geçirilmek üzere sunulmuş 4. maddesinde şunlar denmektedir: “Her insanın yaşam, özgürlük ve kişiliğine dokunulmazlık hakkı vardır.” Bu maddenin soyut karakteri herhalde yorum gerektirmez. İnsanın yaşam, özgürlük ve kişiliğine dokunulmazlık hakkı gibi böylesine olağanüstü önemli bir sorunu ele alan bu taslağın bu hakların gerçekleşmesini –hadi garanti altına almak demeyelim– ama en azından teşvik etmek için, devlet tarafından acilen ele alınması gereken önlemlere dikkat çekmemesi göze batmaktadır. Bu nedenle bu maddeyi iyileştirmek ve bu zaafları giderecek tamamlamalara girişmeye çalışmak çok doğaldı.
Sovyetler Birliği Delegasyonu bu çabaya girişti. O bu görevi çözmek için, Üçüncü Komisyon Deklarasyonu Taslağı’nın 4. maddesi’ne şöyle bir ekin konulmasını önerdi: “Devlet her insanı cürümsel darbeler karşısında korumayı ve onu açlıktan–veya bitkinlikten ölme tehlikesinden koruyan koşulları garanti etmek zorundadır” vs. Ne yazık ki, konuyu ciddi ve önemli bir şekilde iyileştirmiş olmasına rağmen, bu ek Üçüncü Komisyon tarafından reddedildi.
Bu ek, Üçüncü Komisyon çoğunluğunun desteğini bulmadı ve buna göre İnsan Hakları Deklarasyonu Taslağı’nın 4. maddesi sunulan birinci versiyonunda, tüm zaaflarıyla birlikte aynı şekilde bırakıldı.
İkinci bir örnek daha vereyim. Üçüncü Komisyonun Taslağında, sosyal güvence hakkı ve bu maddede dendiği üzere, insan onurunun korunması ve kişiliğin özgür bir şekilde gelişmesi için gerekli ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki hakların ulusal çabalar ve uluslararası işbirliği vasıtasıyla ve her bir devletin yapısı ve araçlarıyla uyum için kullanılmasını ilan eden 23. madde vardır.
Bu madde çok önemli bir görev bildirmektedir ve bu ancak selamlanabilir. Lakin bu taslak bu görevi memnun edici bir tarzda çözüyor mu? Sovyet Delegasyonu bu soruyu hayır diye yanıtlamaktadır. Bundan Üçüncü Komisyon tarafından hazırlanmış olan İnsan Hakları Deklarasyonu Taslağının ortaya koyduğu bu formülasyonun değiştirilmesi gerekliliği sonucu çıkar. Burada bu maddenin yazarlarının ifade etmek istedikleriyle onların gerçekten ifade edebildikleri arasında bir uçurum vardır. Bu maddeyi kaleme alanların, kendilerinin giriş bölümünde, geçerken değinmek gerekirse, yeterli sebep olmaksızın, “ideal” olarak adlandırdıklarını gerçekleştirme gayreti ile kötü ve tatmin edici olmayan biçimde olsa bile, bu maddenin gerçekten önem ve anlamını dile getiren düşünceye uygun olacak bir formülasyonu bulmalarını engelleyen ideolojileri, siyasi yönelimleri arasında bir iç mücadele yürütmek zorunda kaldıklarından şüphe etmiyoruz.
Bu madde, ki bu söylenmek zorundadır, Sovyet Delegasyonu tarafından önerilen maddenin sadece bir bölümünü oluşturmaktadır. Ama bu az sayıda satırların bir bölümünü oluşturduğu maddenin tümünü kabul etmek yerine komisyon çoğunluğu başka bir yolu seçti. Komisyon çoğunluğu bu maddede en önemli, en değerli ve en özsel olanları reddetti ve bu anlamlı ve önemli maddenin, Sovyet Delegasyonu’nun ortaya koyuşunda Komisyon’unun Taslağı’ndakinden tamamen farklı görülen, büyük ama görünemez ve Taslakta bulunmayan konunun bir tür süslü takısı haline getirilmiş olarak sadece küçük bir kısmını aldı.
Önceden söylediğimiz gibi Üçüncü Komisyon çoğunluğu, devletin ve toplumun yükümlülüğüne dikkat çeken, deklarasyonda sayılan her hakkın her insan tarafından kullanmasını gerçekten mümkün kılan, yasa çıkarmak da dâhil, gerekli her önlemi almasını içeren bu önerinin diğer, daha önemli bölümünü reddetti. Bu reddedildi, bu geri çevrildi. Peki, şimdi geriye ne kaldı? Geriye içeriksiz bir ilan ediş, yani tam da bu deklarasyonun bu en zayıf yanı kaldı. Geriye bir eğilim, bir ilan ediş, bir şiar kaldı; ama hiçbir madde bu 23. maddede ilan edilen ilerlemeleri gerçekten sağlayacak olan, bunun güvencesini sunacak olan hiçbir madde kalmadı. Tüm bunlar reddedildi. Bu maddede esas konu eksiktir – yani toplum ve devletin, kişiliğin ekonomik, sosyal ve kültürel alanda özgürce gelişme olanağını sağlamak için, yasa çıkarmak da dâhil, tüm önlemleri almakla yükümlü olduğuna dikkat çekmek. Tüm bunlar reddedildi, diyorum. Geriye keçiler ve kurtlar ile ilgili Rus masalında dendiği üzere, “keçinin ayakları ve boynuzları”ndan başka bir şey kalmadı.
Sovyet Delegasyonu bir başka madde olarak, çalışma ilişkisi içinde bulunan tüm insanlar için, yani işçi ve hizmetlilerin tümü için her ülkenin devleti tarafından üzerlenilen bir sosyal sigorta – burada sosyal yardım ve sosyal sigorta söz konusudur– önerdi. Sovyet Delegasyonu burada bu sorunu gerçek bir temele oturttu ve bunun için gerekli olan giderlerin hangi tarzda karşılanması gerektiğini, emekçilerin sosyal sigorta, sosyal yardımdan yararlanabilmesi için somutlaştırdı. Sovyet Delegasyonu şunu söylüyor: Bir kaynak devlettir; diğer kaynak ise işçinin emeğinin sömürülmesinden kazanç elde eden patronlardır. Bundan dolayı emekçi insanların maluliyet, yaşlılık, hastalık vs. durumunda emekli maaşları ve diğer güvencelerle korunmaları gereklidir.
Bu aslında bütünüyle doğal ve somut bir biçimde ortaya konan bir sorun olarak görünmektedir. Oysa bu, komisyonda çoğunluğun amansızca direnişi ile karşılaştı ve bu çoğunluk bu eki de reddetti. Eğer; aslında ve özünde ona karşı çıkılacak bir şey bulunmayan İnsan Hakları Deklarasyonu’nun 23. maddesinin kabul edilmiş bu metni dışında, Deklarasyon’unun Taslağı’nda Sovyet Delegasyonu’nun, sosyal sigorta ile ilgili olarak gerçekten somut ve pratik önlemleri üzerine yukarıda ortaya konan önerileri, bunlar sadece ahlaki olarak yükümlü kılıcı önlemler olarak bile olsa, kabul etmiş olsaydı, o zaman bu proje bununla sadece kazanmış olurdu.
Bu öneriler kabul edilmiş olsaydı, 23. madde somut bir özelliğe sahip olurdu ve bu deklarasyonda ilan edilmiş bulunan önemli insan haklarının gerçekten gerçekleşmesini nasıl mümkün kılınabileceği yönünü gösterirdi. Üçüncü Komisyon çoğunluğunun güzel bir düşünceyi ve mükemmel bir fikri nasıl tanınmayacak bir hale getirdiğine ve kendi görevinin üstesinden gelmediğine dair ikinci bir örnek budur. Bu çoğunluk, Sovyet Delegasyonunun Üçüncü Komisyon çalışmasını sürekli olarak sokmaya çalıştığı yol yerine bir başka yola girmeyi tercih etti. Sovyet delegasyonunun önerdiği yol, sorunun çözümü için devletleri en azından ahlaki olarak somut adımlar atmaya zorlamayı öngören, onları yükümlülük altına sokmayı öngören yoldu. Bunun yerine belki 150 yıl önce geçerli olan, ama bugün artık hiç kimsenin gözünü boyayamayan bolca boş, süslü laf örnekleriyle dopdolu soyut bir yol tercih edildi. Bu kulağa hoş gelen formüle edişlerin ardında fetiş ve düşleri yıkan acı gerçeğin saklı bulunduğunu bu arada bizzat yaşam kanıtlamıştır. Artık Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi ve 17. yüzyıl çağından kalan tüm bu boş laflar ve formüle edişler bugün değerlerini yitirmiş durumdadır.

  1. Faşist Propagandaya Karşı
    Üçüncü örnek. Üçüncü Komisyon’un İnsan Hakları Deklarasyonu Taslağı’nda 20. maddede şöyle deniyor: “Her insan fikir özgürlüğü ve bunları özgür bir şekilde ifade etme hakkına sahiptir. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, devlet sınırlarından bağımsız olarak bilgileri ve fikirleri her araç ile aramak, elde etmek ve yaymak özgürlüğünü içerir.” Sovyet Delegasyonu bu maddeyi bu biçimde kabul edemezdi; bu maddeyi tatmin edici olarak kabul edemezdi; bu maddenin kararlaştırılması sırasında açıklığa kavuşturulması gereken sorunların ortaya çıkardığı taleplere doğru cevaplar verilmeden onu tanıyamazdı.
    Gerçekten bu maddenin birinci zaafı sözde bir özgürlüğü, “bilgileri ve fikirleri yaymak” özgürlüğünü, genel olarak ilan etmekte yatmaktadır. Hangi fikirler özgürce ve engellenmeksizin yayılabilir? Komisyon çoğunluğu bu soruya şöyle yanıt veriyor: Fikirlerin hepsi. Sovyet Delegasyonu bu soruya şöyle yanıt veriyor: Biz bu görüşü onaylayamayız; çünkü faşizm, ırklardan nefret, halklardan nefret, halklar arasında düşmanlık yayma, onlar arasına nifak sokma, yeni bir savaşı kundaklama gibi “düşüncelerin” yayılıp yaygınlaştırılmasına imkân verilmemelidir; biz böylesi bir “özgürlüğe” izin veremeyiz.
    Faşizmin sözde “fikirleri”nin yayılmasına, bizler bunun sonucunda çocuklarımız, erkek kardeşlerimiz, babalarımız, kız kardeşlerimiz, analarımız, kızlarımızın milyonlarca yaşamlarıyla bedeller ödemiş olduğumuzdan imkân verilmesini yanlış buluyoruz. Bunun sonucunu, halkımıza İkinci Dünya Savaşı yıllarında topraklarımızda akmış bulunan oluk oluk kana mal olan kendi deneyimimizden biliyoruz.
    Bizler, hepimiz faşist “düşünceler”in yayılması sözde özgürlüğünün nereye götürdüğünü çok iyi biliyoruz ve bu deneyimin tekrar etmesine göz yummak istemiyoruz ve yummayacağız. Özgürlük düşüncesinin, daha şimdiden başını çıkarmış olan faşist propagandanın ve daha da başını yükselttiğinde eğer bu deklarasyon her türlü ve buna göre faşist “düşüncelerin” de özgürce yaygınlaştırılması hakkı ilan edilmesini öngörürse, böylesine bir düşünce özgürlüğüne sakince bakıp geçmeyeceğiz. Hayır. Barışsever, demokratik ülkeleri bir kan denizinde boğmaya çalışmış olan faşizmin bu korkunç propagandasını daha rüşeym halinde iken bastırmak zorundayız. İnsani özgürlükler sınırlandırılamaz şeklindeki demagojik yaygara ve ah-u vah bizi bu görüşümüzden vazgeçiremez. Hayır, eğer bir özgürlük kamu esenliğinin zararına, halka zarar vermek için kullanılıyorsa, o zaman bu sınırlandırılabilir.
    Evimizi ateşe vermeye ve bizi katletmeye hazırlanan, kentlerin sokaklarında ateşlenmiş meşalelerle serbestçe dolaşan insanlara göz yumulamaz. Böylesine bir özgürlüğü kabul etmiyoruz ve deklarasyonumuzun Birleşmiş Milletler adına Hitler ve Goebbels’in düşüncelerinin yaygınlaştırılması özgürlüğünü ilan etmesini onaylayamayız. Bize şu söyleniyor: Faşist “düşünceler”e karşı düşüncelerimiz ile mücadele edeceğiz. Bu sınırsız özgürlüğün taraftarı sayın baylar, sizler bunu, “Kavgam” ve buna benzer caniyane edebiyat yazıldığında ve propaganda edildiğinde daha önceleri de söylediniz. Sizler bunu daha o zamanlar söylediniz ve doğal olarak kendi tarzınızda buna karşı mücadele ettiniz. Peki ama sizin mücadeleniz en nihayetinde nereye götürdü? Bu mücadeleyi muzaffer kıldınız mı? Kendinizin mücadelenizle Hitler vebasının ilerlemesini durdurmayı başardınız mı? Hayır ve yine bir kere daha hayır.
    Tersine, kendinizi, “Herhangi bir insanın, onlar faşist katiller ve caniler olsa bile, haklarını sınırlandırmak mümkün değildir.” şeklindeki yüksek düşüncelerle yönlendirip, sakince durup ve kendinizin felsefi düşünce tarzı içinde ısrar ederken, haydutlar ve katiller bıçaklarını bilediler, insanları kendi saflarına topladılar, çeteler örgütlediler, saldırı planları hazırladılar ve harekete geçmek için en iyi anı beklediler. Sizler düşüncelerinize karşı olan şeylere, karşı düşüncelerle mücadele edebilirsiniz ve etmelisiniz, ama düşünceler olarak adlandırılmaya layık olmayan, kamusal tehlike arz eden “düşünceler” vardır ve bu tehlikeye karşı mücadele aracı sadece insani söz değil, bilakis yasa, acımasız ceza yasasıdır.
    Bu nedenle faşist “teoriler” ve sözde “düşünceler”in yaygınlaştırma imkânının dışlanmasında, ifade ve basın özgürlüğünün halklar arasında düşmanlığın, faşizmin ve saldırganlığın propaganda edilmesinde kullanılmasının caiz olmadığında ısrar ediyoruz.
    Ne var ki bizim bu taleplerimiz de Komisyonda çölde vaazın sesi gibi işitilmiyor. Çoğunluk, ona karşı en keskin bir biçimde protesto etmek zorunda kaldığımız bir kararı buna rağmen kabul etti.
    Tabii ki siz Genel Kurulda çoğunluksunuz. Ama bu çoğunluğun belki kendisinin büyük bir hata yaptığını idrak edeceği zaman gelecektir. Oysa azınlıkta kalan bizler böylesi hatalar yapmak istemiyoruz ve yapamayız. Halkımız karşısındaki yükümlülüğümüz, böylesi bir sorunun ortaya getirilişinde bizim bunu Üçüncü Komisyonun taslağında gördüğümüz gibi, bizden onay vermeyi reddetmemizi talep ediyor; çünkü sürecinde binlerce, on binlerce ve yüzbinlerce ve milyonlarca kardeşimizin, katledici ve caniyane “fikirlerini” bazı ülkelerde sınırsızca ve engellenmeksizin yaygınlaştırılması özgürlüğüne sevinen faşist cellatlar tarafından katledilmiş olduğu geçmiş savaşın korkunç resimleri bilinçlerimizde hâlâ canlıdır.
    Bu maddenin bir diğer esaslı zaafı, onun kendisini özgürlük ve düşüncelerin yaygınlaştırılması hakkını ilan etmekle sınırlamasındadır. Deklarasyon taslağının bu maddesi bir yandan haydutça, caniyane, faşist “düşünceler”in özgürce yayılmasının yolunu açarken, diğer yandan gerçekten asil, ulvî düşüncelerin, dünyanın en iyi düşünürlerinin insanlığı tavan aralarında ve odalarında doğmuş mutlu eden düşüncelerinin hangi araçlarla yaygınlaştırılabileceği hakkında susmaktadır. Düşüncelerini, bu düşüncelerin egemen sınıflar ve toplumun direnişi ile karşılaşması olgusunu bir kenara bıraksak bile, özgürce yaymak için hiçbir imkâna sahip olmayan düzinelerce ve yüzlerce insan sayılabilir.
    Taslağın bu maddesi susuyor, bu deklarasyonda ilan edilen özgürlüğün kullanabilmesi için gerekli araç ve yöntemler hakkında utangaçça susuyor.
    J. W. Stalin’in 1936 yılında Sovyetler Birliği Anayasa Taslağı üzerine tarihi konuşmasında, ifade – toplanma/gösteri– ve basın özgürlüğünden söz edildiğinde, bu konuda tüm bu özgürlüklerin, işçilere toplantılar için uygun yerler, iyi matbaalar, yeterli derecede kâğıt miktarları vs., verilmediği şartlarda işçi sınıfı için içi boş seda haline gelebileceğine dikkat çektiğini demesini hatırlatmak istiyorum. Şimdi bizim ülkemizde işçiler için gerçekten var olan bu imkânlar sizin ülkelerinizde işçilerden gasp edilmiş durumdadır. Bu özgürlüğü kullanmak için, soylu düşünce ve teorileri pratikte ve gerçekten yaygınlaştırabilmek için gerekli araç ve yöntemler üzerine bu suskunluk – bu suskunluk şimdi üzerine konuştuğum maddedeki büyük bir zaaftır.
    Sovyetler Birliği Delegasyonu, deklarasyonda yukarıda belirtilen zaafları bertaraf etmek çabası içinde Üçüncü Komisyona, değiştirmeyi değil, bu maddeyi şu sözcüklere tamamlamayı önerdi: “Fikrini özgürce ifade edebilme hakkını güvence altına alma amacıyla devlet, halkın geniş kesimlerine ve onun örgütlerine demokratik basın organlarının çıkarılması için gerekli maddi araçların (salon gibi yerler, matbaalar, kâğıt vs.) sağlanması vasıtasıyla yardım ve destek verir.”
    Bu öneri de keza komisyon çoğunluğu tarafından reddedildi. Bu bağlamda Sovyet-önerisinin reddedilişi, kendi görüşlerini ifade etmeleri için geniş halk kesimlerinin hizmetine devlet tarafından maddi araçlar sunulursa, bunun düşünce özgürlüğüne devlet tarafından müdahale anlamına geleceği şeklinde gerekçelendirildi. Oysa gerçekte Sovyet Delegasyonunun önerisi görüşümüze göre, kendilerinin kapitalist gazete tekellerinden bağımsız olarak geniş halk kitlelerinin çıkarlarını korumaya hizmet eden kültürel, aydınlatıcı ve siyasi çalışmasını yürütmek olanağını halk kitlelerinin elinden almak için reddedildi. Bu açıktır. Sovyet Delegasyonunun Üçüncü Komisyondaki önerisinin karşılaştığı itirazların gerçek anlamı burada yatmaktadır.
    Dördüncü örnek. Üçüncü Komisyon Taslağı’nda 21. maddenin 1. şıkkında şunlar deniyor: “Her insanın barışçıl toplantılar ve dernekler kurma hakkı vardır.” Bu madde aslında kötü değildir, ama o da yeterli derecede ileriye gitmiyor. Bu madde örneğin sokak gösterileri ve yürüyüşler özgürlüğü hakkında hiçbir şey söylemediğinden, bu maddenin yetersizliğine Üçüncü Komisyon’da dikkat çektik. Bizler, bu gösteri/ yürüyüş yapma özgürlüğünün çok büyük engellerle karşılaştığını, böylesi olguları bulmak için pratikte çok fazla aramaya gerek olmadığını biliyoruz. İşte bu nedenle sokak gösterileri ve yürüyüşler özgürlüğü hakkında konuşulmak zorunda olunduğunu dile getirdik. Bu tehlikeli göründü ve önerimiz reddedildi.
    Bu madde içinde faşist türdeki veya anti-demokratik özelliğe sahip dernek ve birliklerin örgütlenmesi caiz olmadığından, onların cezai tehdit altında yasaklanması gerektiğinden, her türlü faaliyetlerine izin verilmemesi gerektiğinden de tek söz edilmemektedir. Tüm bunlar da reddedildi. Sovyet Delegasyonu tarafından bu anlayışla getirilen önerilerin hepsi reddedildi.
    Sovyet Delegasyonu, Üçüncü Komisyon tarafından kabul edilen metnin yerine şunun konulmasını önerdi:
    “Toplantılar ve mitingler, sokak gösterileri ve yürüyüşler, gönüllü dernekler ve birliklerin örgütlenmesi özgürlüğü demokrasi yararına yasalar yoluyla güvence altına alınmak zorundadır. Özünde faşist veya anti-demokratik tüm dernek, birlik ve diğer örgütler ve de onların her türlü faaliyetleri cezai tehditle yasalar yoluyla yasaklanır.”
    Bu, insanın temel özgürlükleri ve haklarının kâğıt üzerinde kalması ve onlarla alçakça oynanması değil, bilakis onların etkin olması, siyasi eğitmeye ve burjuva hakların ve geniş halk kitlelerinin çıkarlarının korunmasına etkin bir araç olmasına katkı sağlamak için gerçekçi, pratik, derin siyasi içerikle dolu bir maddedir.
    Sovyet Delegasyonunun bu önerisinin reddedilişinde, örneğin “faşizm” veya “faşizm türü örgüt” kavramlarının yeteri kadar berrak olmadığı gibi acayip itirazlar yapılmış olduğunu belirtmek gerekir. Bazı acayip tipler hatta şöyle bir soruyu sormaya cüret ettiler: Aslına bakarsan nedir bu faşizm? Aslında faşist türde örgütten ne anlaşılması gerekir?
    Dikkatle ele alındığında demokrasi ile halkların barış ve güvenliğinin tamamen ve bütünüyle çıkarına uygun bulunan haklı taleplerini hedef alan böylesi türdeki motiflerin asılsızlığı ve ikiyüzlülüğünü bir kez daha teşhir etmek, faşist ve anti-demokratik birlikler, dernekler ve örgütlerin yeniden ortaya çıkmasına karşı ve dahası gelişmesine karşı çıkmak talebini ele almak gerekli midir? Böylesine itirazların arkasına saklanan, faşizmin yeniden hortlamasını ve onun faaliyetini geliştiren demokrasi ve ilerlemenin çıkarlarının zarar görmesini teşvik eden çabalar giderek yeniden teşhir edilmek zorunda mıdır?
    Hitlercilere karşı savaşın patlak vermesinden yıllar önce demokratik ülkelere ve barışsever halkların vermek zorunda kaldıkları faşizme karşı mücadele, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki faşizme karşı mücadele demokratik ülkeler halklarında öyle derin yaralar açmıştır ki, bunun karşısında bugün “faşizm” kavramının güya “muğlak ve belirsiz” olduğu gibi böylesine ayan-beyan uydurulmuş ve yanlış görüşlerin belirtilebilmesi utanmazca bir cürettir.
    Beşinci bir örnek daha vermeme izin veriniz. Üçüncü Komisyon tarafından sunulan İnsan Hakları Deklarasyonu Taslağı’nda 28. maddenin 1. şıkkında “her insanın toplumun kültürel yaşamına özgür bir şekilde katılma, sanattan yararlanma, bilimsel ilerleme ve onun nimetlerine sahip olma vs. hakkı olduğu”ndan söz edilmektedir. Ne kadar kulağa hoş gelen, tumturaklı hoş, ama boş laflar! Söz konusu maddede tam da en esas olan şey eksiktir. O bilimsel çalışmanın temel eğilimini belirleyen ve onun esas hedefi ve görevlerini saptayacak olan şey yoktur bu maddede.
    Sovyet Delegasyonu bu maddenin şu paragrafla tamamlanmasını önerdi: “Bilimin gelişmesi ilerlemenin ve demokrasinin çıkarlarına, barışa ve halklar arasındaki iş birliğine hizmet etmelidir.”
    Sovyet Delegasyonu, bu maddeye, bilimin gelişme yönünü belirlemek için, bilimin burada söylenene, yani demokrasinin çıkarlarına, barışın çıkarlarına, halklar arasındaki iş birliğine, buna karşı yöndeki hedeflere değil, hizmet etmek zorunda olduğunu göstermek için bu eki önerdi. Bilimin militarist kurumlara bağımlılığın altın zincirine bağlandığı bir durumda, barışın gerekli kıldığı yönde düşünmeye, böyle hareket etmeye, böyle çalışmaya ve böyle davranmaya değil, tersine savaş için gerekliliklerine göre gelişip hareket etme yönünde zorlandığı ve ettiği kesindir. Bunu engellemek için, Sovyet Delegasyonu Deklarasyon’da bu değişikliğin yapılmasını önerdi.
    Ama bu formüle ediş –ilerleme ve demokrasinin çıkarlarına hizmet– Üçüncü Komisyon çoğunluğu tarafından kabul edilemez bulundu ve reddedildi. Fakat neden? Bu reddediş için hangi nedenler vardı? Bizler, bilimin barış davasına hizmet etmesinin zorunlu olduğunun söylenmesini önerdik. Örgütümüzün tümü barış davasına hizmet etmeyi görev edinmemiş miydi? Bilimin uluslararası iş birliğinin çıkarlarına hizmet etmek zorunda olduğunun söylenmesini önerdik. Yoksa Birleşmiş Milletler’in tüm örgütü bu büyük görevin hizmetinde bulunmuyor mu?
    Peki o zaman Birleşmiş Milletler örgütünün adına ilan edilecek İnsan Hakları Deklarasyonu’nda bilimin bu görevleri izlemesinin zorunlu olduğu neden söylenemez?
    Bu öneri neden geri çevrildi? Neden reddedildi? Üçüncü Komisyonda bir araya gelmiş bulunan belirli güçler, insanlığın ilerleyiş davasına ve uluslararası iş birliği davasına hizmet edecek bilim talebine karşı, inkârcıların inatçılığıyla neden kavga yürüttüler? Niçin? Bu insanlara şu yanıtı veriyoruz: Sizin bu tutumunuz, ilerleme, demokrasi, barış ve halklar arasındaki iş birliği temelinde dayanmak zorunda olan Birleşmiş Milletler örgütünün hedefleri, görevleri ve ilkeleriyle uyum içinde bulunmamaktadır.
    Onun komisyon çoğunluğu tarafından karar altına alınmış bulunduğu bu şekliyle, bu kırpılan, bu zayıflatılan, bu kör kütüm edilen bu maddeyi neden onaylayamayız? O tamamlanmak zorundadır, o güçlendirilmek zorundadır, ona, bilimin daima büyük bir dava ve ilerici insanlığa büyük bir hizmet yapacak soylu özellikleri verilmek zorundadır.
    Sovyet Delegasyonu’nun bu önerisi ve muhtemelen basit bir sebeple, o bir Sovyet teklifi olduğundan reddedildi. Önerilerimizin birçoğu belki de onların aslında uygun olmadığından değil, bilakis onların bizim saflarımızdan geldiği için plenum ve onun komisyonları çoğunluğunun desteğini bulmamaktadır. Fakat bu durum birinci planda Birleşmiş Milletler örgütünün bizzat kendisine zarar vermektedir.
    Altıncı örnek. İnsan Hakları Deklarasyonu’nun Üçüncü Komisyon tarafından sunulan taslağında, her insanın, onun nüfusun, ırki, ulusal, dini çoğunluğuna veya azınlığına ait olmasından bağımsız olarak, öz kültürü, kendi anadilinde okul eğitimi, basında, toplantılarda, mahkeme nezdinde, resmi makamlarla ve diğer kamusal kurumlarla ilişkilerde anadilini kullanma hakkı üzerine tek kelime edilmemektedir. Bu bağlamda İnsan Hakları Deklarasyonu’nun ilk “Cenevre Taslağı”nın, hiç te tatmin edici biçimde olmasa da ve bu sorunun büyük önemine gerekli ölçüde değer vermese de, yine de bu doğrultuda bir maddeyi içerdiği hatırlatılmak zorundadır. “Cenevre Taslağı”nda, etnik, dilsel ve dini grupların mevcut bulunduğu devletlerde bunların, kendi okulları ile kültürel ve dini kurumlarını bulundurmak ve kendi dillerini basında, yazışmalarda, sözlü konuşmada, kamuya açık toplantılarda, mahkeme nezdinde ve diğer resmi makamlarda kullanma hakkına sahip olduklarından söz edilmektedir.
    “Cenevre Taslağı”ndaki yüksek derecede çekingen, milyonlarca ve milyonlarca insanı ilgilendiren milliyetler siyasetinin ilkesiyle ilintili bu sorunu bu utangaç çabayla yanıtlamaya çalışan bu maddesi bile, önce bu maddeyle uğraşan Komisyon sonra da Genel Kurul toplantımızın Üçüncü Komisyonu tarafından reddedildi. Üstüne üstlük azınlıkların kaderi hakkındaki kararında –bakınız A/777 sayılı Belgenin “C” eki– bu sorunun önemini lafta kabul eden bu Üçüncü Komisyon, söz konusu deklarasyona ulusal azınlıklar hakkında hiçbir hükmün alınmamasını kararlaştırdı.
    İnsan Hakları Deklarasyonu böylece, en yüksek oranda anlama sahip sözde ulusal azınlıklara ait olan, milyonlarca kitlelerin en acil ihtiyaçlarını yansıtan, ilkesel olarak onlara karşılık verecek olan önemli taleplerini hiçbir şekilde içermemektedir.
    Bu, bu deklarasyon taslağı’nın esas zaaflarından biridir. Bu, ırk, milliyet, cinsiyet, konum, din ve dilden bağımsız olarak her vatandaşın hak eşitliğine sahip olduğu ilkesinin tutarlı bir şekilde uygulanmasından bir vazgeçiş demektir. Bu deklarasyon’un 2. maddesinde, her insanın, onun hangi ırka, milliyete, dini gruba vs. ait olduğundan bağımsız olarak, bu deklarasyon’da yer alan bütün hak ve özgürlüklere sahip olduğuna dikkat çekilmesine rağmen, bu, bu deklarasyon’un somut pasajlarında hiçbir şekilde yeterli derecede ifadesini bulmadı.
    Ayrıca, Üçüncü Komisyon’un gözden geçirilmek üzere sunduğu taslağın 14. ve 20. maddelerinde, devletin egemenlik hakkı ve çıkarlarının göz ardı edilmesinde kendini gösteren bir diğer esas zaafı da belirtilmek zorundadır. Bunun üzerinde ileride biraz daha genişçe duracağım.
    Zaafları gidermek, hafifletmek ve bu taslaktan bu zaafları bertaraf etmek ve demokratik temel insan haklarının gerçekleşmesini kolaylaştırmaya uygun önlemleri bu taslağa ekleyerek deklarasyon taslağının iyileştirmesi hedefine sahip olan Sovyet Delegasyonu’nun bunun için getirdiği öneriler bununla da sınırlı değildir.
    Yukarıda belirtilen bu eklerin reddedilişi Üçüncü Komisyon’un sunduğu deklarasyon taslağının değeri üzerinde büyük çapta olumsuz bir şekilde etkili oldu. Bu deklarasyon taslağını kısmen iyileştiren Sovyet Delegasyonu’nun sunduğu kimi daha az önemli önerilerinin kabul edilişi, Sovyet Delegasyonu’nun çalışmasının analizin temelinde bunun üzerine Üçüncü Komisyon da yaptığı açıklamada tespit edildiği gibi, taslağın bir bütün olarak tatmin edici olmayan niteliğini değiştiremedi.
    Tüm bu zaaflar nedeniyle, Üçüncü Komisyon’un sunduğu taslağın, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün ortaya koyduğu hedeflere ulaşılması ve görevlerin çözülmesinde rol oynaması için böylesi bir belgenin ortaya koyması gereken taleplerle uyum içinde bulunduğunu kabul etmek bizim açımızdan mümkün değildir. Onda bir dizi maddenin iyileştirilmesi amacıyla, ciddi değişikler yapılmaksızın şimdiki oturumda deklarasyonun bu taslağını kabul etmek, bu belgenin niteliği dikkate alındığında bir hata olurdu, aceleye getirilmiş olurdu.
    Sunulan deklarasyon taslağında böylesi bir iyileştirmeye ulaşmak zaman gerektirir. Şimdiye kadar İnsan Hakları Komisyonu ile Üçüncü Komisyon ve de Redaksiyon Komitesinde –esaslı iyileştirmelere ulaşılmasına çalışılması orada mümkün olduğu ölçüde– gösterilen çabaların hiçbiri şimdiye kadar bir sonuç vermedi. Deklarasyon taslağının içerdiği ciddi zaafların bertaraf edilmesi üzerine daha hâlâ çalışılmak zorundadır. Deklarasyon taslağını, bu deklarasyonun Birleşmiş Milletler Örgütü’nün ortaya koyduğu hedeflere layık olduğu şekilde düzeltmek için uğraş verilmek zorundadır. Bu, önemli ve büyük bir görevdir.
    Ortaya konulmuş bu işler boşuna yapılmamıştır. Ama bütünüyle tatmin edici değildir. Bu taslak, öylesine korkunç eksik-gedikleri, öylesine önemli zaafları içermektedir ki, İnsan Hakları Deklarasyonu taslağının şimdiki bu biçiminde bu oturumda kabul edilmesi ağır bir hata olacaktır. Sovyet Delegasyonu bundan dolayı İnsan Hakları Deklarasyonu’nun bu oturumda kabul edilmemesini ve İnsan Hakları Deklarasyonu’nun kabul edilişinin, büyük ilkesel öneme sahip olan bununla ilgili tüm eklerle birlikte Genel Kurulun Dördüncü Oturumu’na kadar ertelenmesini önermektedir. Genel Kurulun Dördüncü Oturumu’na kadar kalan zamanın, İnsan Hakları Deklarasyonu taslağını iyileştirmek ve bu deklarasyonun yüksek belirleyiciliğine layık bir şekilde yazılması için değerlendirilmesi gerekir. Şimdi, Üçüncü Komisyon’un sunduğu deklarasyon taslağının içerdiği hatalar, zaaflar, eksik-gedikler bu taslağın bu oturumda Genel Kurul’a tavsiye edilmesini tamamıyla imkânsız kılmaktadır.
    Sovyet Delegasyonu bu amaçla, İnsan Hakları Deklarasyonu’nun kabul edilişinin Genel Kurul’un Dördüncü Oturumu’na kadar ertelenmesi önerisini, bunun üzerine ısrar ederek de sundu.

10 ARALIK 1948 TARIHINDEKI GENEL KURULDAKI KONUŞMA

  1. Deklarasyon Taslağının Egemenliğe Karşı Seferde Kullanılmaya Çalışılması
    Sovyetler Birliği Delegasyonu Üçüncü Komisyon tarafından Genel Kurulun gözden geçirilmesine sunulmuş bulunan İnsan Hakları Deklarasyonu taslağını bir değerlendirmeye tabi tuttu. Aynı şeyi SSCBDelegasyonu’nun koyduğu tavrı destekleyen diğer delegasyonlar dün yaptılar.
    Bu deklarasyon taslağının somut maddeleriyle ilgili olarak, bu Deklarasyon Taslağı’nın tatmin edici olmadığı sonucunu çıkarmamıza yol açan bir dizi örneğe dikkat çektik. Daha dün söylediğim gibi bu taslak bazı olumlu noktalara ve belirli niteliklere sahip olmasına rağmen, tam da İnsan Hakları Deklarasyonu’nun sahip olması gereken öneminden ötürü, böylesi bir belge var olan biçimiyle Birleşmiş Milletler Örgütü adına Genel Kurul tarafından ilan edilmeye layık değildir.
    Bu taslağın bir dizi maddesinin, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün Tüzüğü’nde ilan edilmiş bulunan devletlerin iç işlerine karışmama ilkeleriyle çelişki içindeki taslak hükümlerinden hiç söz etmeksizin, demokratik devletlerin egemenlik haklarını tamamen göz ardı ettiğini daha önce söyledik.
    SSCB-Delegasyonu’nun yukarda belirtilen zaafların İnsan Hakları Deklarasyonu’ndan tasfiye edilmesi gerektiğine dair çalışmasında çok çaba sarf ettiği durumuna dikkat çektik. Oysa bunu başaramadık ve bu, bu deklarasyona katılamamamızın ana nedenlerinden biridir.
    Bu deklarasyonun Genel Kurula sunulan taslağında, insan hakları ile devletsel egemenlik sorunu arasındaki bağlantı üzerine dikkat çekişin eksikliği gibi önemli bir zaaf göze çarpmaktadır. Bu, büyük oranda devletsel egemenliğin reddi “teorisi”nin tekrar yeniden canlanmış olmasıyla açıklanabilir.
    Son zamanlarda bütünüyle dayanaksız ve yanlış bir “teori”, devletsel egemenlik ilkesinin gerici ve artık köhnemiş bir düşünceyi oluşturduğu ve devletsel egemenlik ilkesinden vazgeçmenin uluslararası işbirliği için gerekli koşullardan biri olduğu “teori”si, Birleşmiş Milletler Örgütü üyelerin belirli bir grubu nezdinde bayağı bir geçerlilik kazandı. Bu “teori” geçen yılda da oldukça açık bir şekilde ifade edildi.
    İnsan Hakları Deklarasyonu taslağı, bu gerçekte devletsel egemenliğe karşı yönelmiş olan ve bunun sonucunda Birleşmiş Milletler Örgütünün ilkeleriyle kesin çelişki içinde bulunan gerici görüşler ve teorilerden etkilenmektedir. Deklarasyon taslağı, bu bakımdan devletsel egemenliğe karşı seferin yeni bir aşamasıdır.
    Bu deklarasyonun insan haklarını ilgilendirdiği, devlet sorunlarının İnsan Hakları Deklarasyonu ile ilgilendirilmemesi gerektiği itirazı getirilmektedir. İnsan hakları bir devlet düzeni dışında düşünülemez olduğundan, bu tavırla aslında zaten hemfikir olunamaz. Hak kavramı aslında devletsel bir kavramdır. Evet, hatta daha fazlası, şayet insan hakları devletin koruması ve teminatı altında bulunmuyorsa, insan hakları düşünülemez. Aksi halde onlar kolayca ortaya çıkan, ama keza aynı şekilde kolayca yeniden ortadan kalkan boş bir soyutlama ve önemsiz bir düş haline gelir.
    Devleti ilgilendiren ve insan haklarının savunulmasında onun rolünü belirleyen sorunların İnsan Hakları Deklarasyonu’nun içine çekilmesine karşı, içlerinde eğer yanılmıyorsam Uluslararası Demokratik Hukukçular Birliği’nin başkan yardımcısı olan Fransız Delegasyonu’ndan Profesör Cassin’in de bulunduğu bir dizi konuşmacı itirazlar getirdiler. Onun öne sürdüğü görüşler geçiştirilmemelidir. Profesör Cassin burada saldırılarını, kendisinin ifade ettiği üzere, mutlak egemenliğe yöneltti. O, bu konuda mutlak egemenliğin Hitler tarafından da ilan edilmiş olduğundan söz etti. O Hitler’in bir notunu, bu notta onun her kişinin kendi evinde, evinin efendisi olmak zorunda olduğunu söylediğini alıntıladı: “Benim kendi ülkemdeki insanlarımla ne yaptığım sizi hiç alakadar etmez.”
    “Böylece” dedi Bay Cassin, “büyük bir cürüm onun cezasını ödemeksizin kaldı: Alman insanının haklarına karşı işlenen cürüm başka ülkelerdeki insanların haklarına karşı bir cürüm haline geldi.”
    Ama İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine sebep olan nedenler hakkındaki –Bay Cassin’in bu fikrinden çıkarılması zorunlu olunan– bu düşünce olgularla çelişmektedir ve bundan dolayı bütünüyle yanlıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın nedenlerinin Alman insanının haklarının ihlal edilmesinde aranmaması gerekir, bilakis tamamen başka bir yönde aranmalıdır. Bu sebepler Avrupa’daki o zamanların yönetici devlet adamlarının ve somut olarak bu politikada Amerika Birleşik Devletleri tarafından desteklenmiş bulunan Fransa’da Daladier ve İngiltere Chamberlain yönetimindeki siyasette yatmaktadır. Bu dış politikanın özü ve asıl doğrultusunu Hitler Almanya’sının askeri gücünün yeniden kurulmasının desteklenmesi ve her tarzda hızlandırılması ve Hitler tarafından hazırlanan saldırının Doğuya doğru yönlendirilmesinden oluşmaktadır.
    Burada Alman insan haklarının ihlal edilmesi değil, bilakis uluslararası hukukun ihlal edilmesi söz konusudur. Münih Antlaşması dünya savaşına giden yolu açtı ve Fransa ile İngiltere’nin o zamanki hükümetleri Amerika Birleşik Devletleri’nin o zamanki hükümetinin desteğiyle Hitler saldırganlığı tehlikesinin önlenmesi yerine, Alman saldırganlığını Doğuya doğru, Sovyetler Birliği’ne karşı yönlendirmek, buna kapıyı açmak için her şeyi yaptılar. İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkışı ve patlak vermesinin gerçek sebepleri bunlardı.
    Bay Cassin muhtemelen tüm bunları unuttu veya tarihin dersleri konusunu herhalde kötü biliyor. O burada egemenlik hakkında, geçen yıl Bay Spaak’ın konuşmasında dile gelen ruhla konuştu. Egemenlik sorununun gerçekten önemli bir sorun olduğu kabul edilmek zorundadır. Örneğin Pradier-Fauderet de “Uluslararası Hukuk Dersi”nde, bir dizi uluslararası bilim insanlarının yaptığı gibi şöyle tanımlıyor: “Kendi hedeflerine dıştan hiçbir karışma olmaksızın, kendisi için ve kendi olarak varma yönünde bir gelişmeyi gerçekleştirmek devletin hakkıdır; kendisinin yargı alanında dışarıdaki güçler tarafından hiçbir engellemeye uğramaksızın hareket ederek, kendi öz iradesini ilan etmek ve gerçekleştirmek onun hakkıdır; bizzat kendisi kendi haklarını korumak ve herhangi bir zamanda başka bir devletin aleti olarak hizmet etmeksizin kendi alanında gerçekten bağımsız olarak hareket etmek, her özgür toplum için kaçınılmaz ve en önemli temeli oluşturan yükümlülüklere uymak imkânına sahiptir.” Kendi öz iradesini gerçekleştirmek ve başka herhangi bir devletin siyaseti veya iradesinin aleti asla olmamak- devletsel egemenliğin özü ve anlamının doğru bir tanımlaması işte budur. Egemen bir devlet böyle olur.
    Pradier-Fauderet, hakikate, dün gençlere özgü böylesine bir coşkuyla devletsel egemenlik ilkesine saldıran Bay Cassin’den çok daha yakındır. Ama uluslararası hukukun diğer tanınmış temsilcilerinde de aynısı Pradier-Fauderet’in söyledikleri aynen okunabilir.
    Fakat, devletsel egemenliği her tarzda, tarihin arşivine ait olan, sözde “gerici düşünce” olarak aşağılayan defacto gerici bir görüşü savunan başka yazarlar da vardır.
    Dün burada, örneğin Szells, Morellis ve diğerleri gibi gerici ruh içinde devletsel egemenliğe saldıran bilim insanlarının gerici görüşleri temelinde devletsel egemenlik üzerine konuşuldu. Ama egemenlikten söz ederken, mutlak egemenliği göz önünde bulundurmak gerektiğini öne süren devletsel egemenliğe karşı propaganda, gerçekte kendi ülkesinin daha kuvvetli bir gücün, onun ekonomik gücünün önünde nihai olarak siyasi teslimiyetini ideolojik olarak hazırlamaktan başka bir şey değildir.
    Amacı özellikle zayıf devletlerin ekonomik ve siyasi bağımsızlığını tehdit eden bir dünya egemenliğinin kurulması planlarına karşı direniş iradesini kırmak için kamuoyu görüşünü etkilemek olan bu yaklaşım konusunda uyarıda bulunmak zorunludur.
    Devletlerin bağımsızlığının ve halkların refahının altını oyan böylesi bir propagandaya bizler karşıyız. Bu bağlamda, 22 Kasım 1945’de Avam Kamarası’nda atom bombasının keşfedilmesiyle bağlantı içinde dünyayı bu silahtan korumak için “egemenliğin şimdiki anlayışı” ile kopuştan başka bir yol görmediğini açıklayan Eden’den ayan-beyan esinlenen Prof. Cassin’in burada böylesine keskin bir şekilde ortaya koyduğu devletsel egemenliğin reddedilişi “teorisi”ni geri çeviriyoruz. Veya belki de Prof. Cassin, o zamanlar Eden’in desteklediği ve tek tek devletlerin egemenliğinin yerine “bir bütün olarak insanlığın egemenliği” geçeceğini açıklayan Bevin’den esinlenmişti.
    Bu, tekrarlıyorum, daha zayıf devletler için daha güçlü devlete teslimiyetle eş anlamdadır. Daha zayıf devletler açısından devletsel egemenlik daha güçlü devletin aç gözlülüğünden korunmak için bir araçtır. Ve hâlâ devletsel egemenlik güçlü devletlerin dünya egemenliği çabasını zorlaştırmaktadır. Daha zayıf devletler için, “Marshall-Planı”, siyasi Batı Avrupa bloğunun yaratılması gibi önlemlerle kökleri ortadan kaldırılmaya çalışılan devletsel egemenlik daha hâlâ güç ve önemini korumaktadır. Prof. Cassin ve devletsel egemenliğin diğer karşıtlarının dün burada savunmaya çalıştıkları rota tam da devletsel egemenliğin köklerine balta vurmaya götüren bir rotadır.

  2. İnsan Hakları Deklarasyonu Nasıl Olmalıdır?
    SSCB Delegasyonu kendisinin İnsan Hakları Deklarasyonu’nun hazırlanılması ile ilgili tüm faaliyetlerinde İnsan Hakları Deklarasyonu’nun en azından şu iki temel talebi yerine getirmesi için her şeyi yaptı:
  3. İnsan Hakları Deklarasyonu, insan haklarına saygıyı ve ırk, milliyet, sınıf konumu, din, dil ve cinsiyet aidiyeti farkı gözetilmeksizin herkes için temel özgürlüklere saygıyı, demokrasinin, devletsel egemenliğin ve devletin siyasi bağımsızlığının ilkeleriyle uyum içinde sağlamak zorundadır.
  4. İnsan Hakları Deklarasyonu, sadece hakları ilan etmekle yetinmemeli, aynı zamanda onların – tabii her ülkenin ekonomik, sosyal ve ulusal özgünlüklerini dikkate alarak– gerçekleştirilmesi için önlemler getirmelidir.
    Sadece biçimsel olarak devlet vatandaşlık haklarının tespiti ile yetinilmemelidir. Hiçbir şekilde sadece basitçe vatandaşlık haklarının eşitliği ilan edilip orada durulmamalı, bilakis bu hakkın gerçekleştirilmesi belirli maddi araç ve çıkarılan yasal önlemlerle sağlanmalıdır. Tabii ki Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından çıkarılması gereken İnsan Hakları Deklarasyonu gibi bir belge tek tek devletlerin anayasaları gibi aynı görevleri yerine getiremez. Buna rağmen İnsan Hakları Deklarasyonu, en azından, onun İnsan Hakları Deklarasyonu’na alınan ilkesel hükümlerinin sınırlayıcı biçimsel ufkunu ve soyut niteliğini aşan bir şekilde inşa edilmek zorundadır. Bu bağlamda her ülkenin ekonomik, sosyal ve ulusal özgünlükleri gayet tabii dikkate alınmak zorundadır; bunlar dikkate alınmaksızın bu görevin çözülmesi ve ilan edilen deklarasyonun gerçekleşmesi için pratik yolların bulunması mümkün değildir.
    İnsan Hakları Deklarasyonu’nun sunulan bu taslağının belirtilen talepleri karşılamadığı itiraf edilmek zorundadır. Ben bunu zaten söyledim ve bu nedenle başka eleştiriye değinmeyeceğim. Ancak SSCB Delegasyonu zaten bu eleştiriden yola çıktığından, onun İnsan Hakları Deklarasyonu’nun ilgili tüm hazırlanmış ekleri dâhil olmak üzere kabul edilişinin önümüzdeki gelecek oturuma kadar ertelenmesini önerdiğini anımsatmak zorundayım. Bizim bu önerimizin kabul edilmemesi halinde, bu Deklarasyon’u önemli derecede düzeltebileceği ve iyileştirebileceğini düşündüğümüz bir dizi öneriyi sunmuş durumdayız.

  5. Bu Deklarasyon Taslağı, Haklar Deklarasyonunun En Önemli İlkesini –Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını– Göz Ardı Ediyor
    Deklarasyon taslağı ile ilgili en önemli değişiklik önerimiz, her halkın ve her ulusun ulusal olarak kendi kaderini tayin hakkının ve bir devlet düzeninde her halk ve her milliyet için eşit hakların kayıt altına alınmasını öngören yeni bir maddenin eklenmesi başvurusudur. Başkomutan J. W. Stalin 1936 yılındaki Sovyetler Birliği’nin Anayasası Taslağı üzerine tarihsel konuşmasında, SSCB Anayasası’nın, tüm ulusların ve ırkların eşit haklara sahip olduğundan, ten rengi veya dilde, kültürel seviyede veya devletsel gelişmedeki farklılığın ve de uluslar ve ırklar arasındaki herhangi diğer farklılıkların ulusların bir hak eşitsizliğini haklı çıkaracak temel olarak kullanılamayacağından; bütün ulusların geçmişteki ve şimdiki durumundan bağımsız olarak, kendisinin güç veya zayıflığından bağımsız olarak eşit olduklarından; toplumun ekonomik, toplumsal, devletsel ve kültürel yaşamının tüm alanlarında eşit haklardan yararlanmak zorunda olduğundan yola çıktığına dikkat çekti.
    Kapitalist ülkeler anayasalarının, uluslar ve ırkların eşit haklara sahip olamayacaklarından, tam eşit haklı ve tam eşit haklı olmayan ulusların olduğundan, ayrıca, tam eşit haklı olmayan uluslardan da daha az haklara sahip olan örneğin sömürgelerdeki uluslar veya ırklardan oluşan üçüncü bir kategori daha bulunduğundan hareket ettiği bilinmektedir.
    İnsan Hakları Deklarasyonu’nun tarafımızdan gözden geçirilen taslağı ile bağlantı içinde, şimdi başkomutan J. W. Stalin tarafından 1936’da yapılan, burjuva anayasaların özgüllüklerinin kayda değer karakteristiğini hatırlatmak çok önemlidir; çünkü bu taslak aynı özgüllüklerin damgasını taşımaktadır. Bu, özellikle, her ne kadar ırk, milliyet, dil vs. farkı gözetmeksizin hak eşitliğini ilan etse de kendisini herkesin tüm haklara sahip olması gerektiği şeklindeki genel sözlerle sınırlayan 2. maddede ifadesini bulmaktadır. Bu, doğal olarak bütünüyle yetersizdir. Bu deklarasyonda ilan edilen bu hakların bir manda altında bulunan ve kendi başına hükümet etmeyen bölgelerin sakinleri üzerinde uygulanması bakımından genel formüle edişlerle sınırlayan taslağın 3. maddesi daha da yetersizdir.
    SSCB Delegasyonu, Üçüncü Komisyon Taslağı’nın, her halk ve her ulusun ulusal olarak kendi kaderini tayin etme hakkı gibi böylesi olağanüstü derecede önemli bir sorunu tamamıyla geçiştirmesine dikkat çekmek zorundadır. “Kendi kaderini tayin etme hakkı, yani: sadece bizzat ulusun kendisinin kendi kaderini belirleme hakkına sahip olması; hiç kimsenin şiddet kullanarak bir ulusun yaşamına karışma, okullarını ve diğer kurumlarını yıkmak, gelenek ve göreneklerini zedelemek, dillerini bastırmak, haklarını kesmek hakkı yoktur. (Stalin)” Bu hak Sovyetler Birliği’nin milliyetler siyasetinin devasa bir kazanımıdır. İşte tam da –bunun tüm kapsamıyla Birleşmiş Milletler Örgütü’nün İnsan Hakları Beyannamesi’ne alınmasını tavsiye etmekten elbette çok uzağız– milliyetler sorununun çözümünde ülkemizde, Sovyetler Birliği’nde edilen deneyimlerin dikkate alınmasını tavsiye etmemizi zorunlu kılıyor.
    SSCB Delegasyonu bu nedenle, taslak sorunun asıl özüne uygun düşmediğinden ve görevini bir manda altında bulunan ve kendisine bizzat hükümet etmeyen bölgelerin sakinlerinin hakları sorunuyla yapay bir şekilde sınırladığından İnsan Hakları Deklarasyonu Taslağı’nın 3. maddesini tatmin edici bulmamaktadır. SSCB Delegasyonu bundan dolayı, sizin A/784 sayısı ile sunduğunuz dosyada kayıtlı bulunan 3. maddeye yeni bir metin yazılmasını gerekli görmektedir. Zaman darlığı nedeniyle bu metni burada okumayacağım. Sovyetler Birliği’ndeki milliyetler sorununun çözümünün şimdiki zamanın en öğretici olaylarından biri olduğu ve bizim milliyetler sorununun doğru bir çözümünü kendilerinin ekonomik yapısı, hayat tarzı ve onların ulusal kültürünün tam gelişmesiyle birlikte halkların dostluğunun pekiştirilmesi temelinde bulmuş olduğumuz şeklindeki Sovyetler Birliği dışişleri bakanı W. M. Molotof’un sözcüklerini hatırlatmakla yetiniyorum.
    Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından karar altına alınması gereken İnsan Hakları Deklarasyonu’na, Sovyetler Birliği’nin büyük Stalinci Anayasası içinde gerçekleşmiş bulunan taleplere ve ilkelere tüm kapsamıyla uygun düşen madde ve hükümlerin alınmasını elbette talep edemeyeceğimizi yineliyorum. Bu, bir dizi devletler için, bunların çözümünün hâlâ büyük ve önemli çabalar ve uygun düşen ekonomik, sosyal ve siyasi ön koşulların gerekli kıldığı bir görevdir. İçlerinde milliyetler sorununun uzun zamandır hâlâ çözülmemiş olduğu daha birçok ülkenin bulunduğu evet, bilinmektedir.
    Bu elbette, İnsan Hakları Deklarasyonu’nun Birleşmiş Milletler Örgütü’nde yazılmasında, ileri ülkelerde insan hakları uğruna mücadelede zaten kazanılmış olan tarihi deneyimler ve başarıların dikkate alınmamış olarak kalması anlamına da gelmez.
    Eğer her ulus ve her halkın ulusal kendi kaderini tayin etme hakkı üzerine hükümler İnsan Hakları Deklarasyonu’na alınmazsa, o zaman bu deklarasyon kendi amacını yerine getiremez. SSCB Delegasyonu’nun önerisinde dendiği gibi, “devletler, bunlar arasında sömürgeler de dâhil, kendilerini bizzat kendileri yönetmeyen bölgelerin idaresi için sorumluluk taşırlar. Birleşmiş Milletler’in ilkeleri ve hedeflerinden yönlendirilerek bu bölgeler halkları ile ilgili olarak bu hakkın gerçekleşmesini mümkün kılmak zorundadır” eki bu deklarasyona alınmazsa, o zaman o hiç de tam ve tatmin edici değildir. Şayet bu öneri kabul edilmezse, o zaman bu taslağın 3. maddesi gerekli anlama kavuşamaz. Biz bu deklarasyon taslağına, bizim yeni metnimizin, bunu 3. maddenin üçüncü şıkkı olarak, ama iyileştirilmiş biçimde alınmasını öneriyoruz.

  6. Bu Deklarasyon Taslağı Faşist Propagandanın Yeniden Canlanmasını Kolaylaştırıyor
    Bu deklarasyon taslağının 20. maddesi de tatmin edici değildir. Ben bunun üzerine burada konuştum ve bu maddenin zaaflarına dikkat çektim. Esas zaaf, sınırsız ifade ve basın özgürlüğü, hiçbir bakımdan sınırlandırmayan özgürlük maskesi altında, faşist “düşünceler”in propaganda edilmesi olanağının gizlice içine sokulmasıdır. Bu eğilim ve faşizmin insan düşmanı görüş ve “teorileri”nin propaganda edilmesiyle bağlantılı ciddi tehlike dün burada İngiliz delege Davies tarafından gösterildi. Kendisi konuşmasında SSCB’ye karşı kaba, iftiracı saldırılar yapmaya cüret etti. Bu, iftiralar ve aptalca uydurmaların bir karışımı idi. O Cizvitlerin tanınmış yöntemi doğrultusunda hareket etti: “İftira et, iftira et, artık bir şeyler üstünde takılıp kalacaktır.” İngiliz Delegasyonu’nun bu temsilcisinin burada yaptığı bu iftiralardan pis kokudan başka bir şey geride kalmayacağından eminiz. Buna yanıt vermek veya böylesi iftiracılarla bir tartışmaya girişmek bizim ağırbaşlılığımız ile bağdaşmaz. Ayrıca burada söz konusu olan da bu değildir.
    İngiliz Delegasyonu önerilerimizin eleştirisinde, Sovyetik değiştirme önerilerinin onlar özgürlüğü sınırladıklarından reddedildiğinden yola çıkıyor. Oysa bizler bizlerin sadece faşist propaganda ve faşist faaliyet için özgürlüğün kısıtlanmasını ve bu nedenle öne sürdüklerimize başka bir şeyin isnat edilmesinin tamamıyla boşuna olduğunu özenli ve berrak bir şekilde söyledik. Bizler, onlar istedikleri gibi hangi türden olursa olsunlar çeşitli kamusal organizasyonların propaganda ve faaliyetinin sınırlandırılmasını talep etmiyoruz, bilakis bunu yalnızca faşist örgütler için talep ediyoruz. Faşizmin propaganda edilmesi bir cürümdür. Ama eğer faşist propagandanın sınırlandırılışı özgürlük ilkeleri bakış açısından savunulamaz ise, o zaman aynı şey, caniler, katiller, haydutlar, hırsızlar, zor kullanan suçlular, sahtekârlar vs. den başka her türde fiili sınırlayan yasalar hakkında da öne sürülebilir. O zaman katiller, haydutlar ve diğer kriminal caniler için dokunulmazlık ilan edilmek zorunda olmalıydı; o zaman onlar kendi fiilleri için sınırsız özgürlüğü ve tamamıyla cezasız kalmak zorunda olmalıydılar. Ama zaten eğer böylesi görüşler savunulacaksa, o zaman görüşüme göre böylesi konuşmalar zırvalayan bir konuşmacının ruhsal durumu ile ilgili olarak belki de daha iyisi bir psikiyatra başvurmak gerekli olup olmadığı sorunu haklı olarak gözden geçirilmelidir.
    SSCB Delegasyonu, taslağın 20. maddesinin şu şekildeki bir metinle değiştirilmesini önermektedir:
    “Demokratik görüş ve düşünceleri özgürce ifade etmek ve yaymak, demokratik düzenler ile demokratik devletsel ve kamusal kurumları savunmak ve ideolojide, siyasette ve devletsel ve toplumsal yaşam alanında faşizme karşı mücadele etmek her insanın dokunulamaz hakkıdır.”
    Böylesi bir madde, demokrasi ve ilerlemenin ilkeleri için mücadelenin, faşizme ve karanlık işler çevirmeciliğe, gericiliğe ve saldırganlığa, insan düşmanı çabalara girişilmesine ve yeni savaşlar kışkırtılmasına hizmet eden hukuk ve özgürlüğün kötüye kullanılışına karşı mücadelenin taleplerini karşılayan bir İnsan Hakları Deklarasyonu’nu yaratmak görevine bütünüyle uygun düşerdi. Böylesi bir madde, demokrasi, barış, ilerleyiş ve uluslararası işbirliği ilkeleri için mücadele edilen her yerdeki ilerici güçler için moral açısından bir sağlamlaşma olurdu.
    Sovyet Delegasyonu ayrıca taslağın 22. maddesinin içinde bulunmak zorunda olduğu şöyle bir metin ile değiştirilmesini öneriyor: “Irk, ten rengi, milliyet, mesleki konum aidiyeti, servet durumu, sosyal köken, dil, din veya cinsiyetten bağımsız olarak herhangi bir devletin her vatandaşının bu devletin hükümetine katılma hakkı vardır.”
    Biz 22. maddede şunun dile getirilmesini öneriyoruz: Herkesin, gizli oy vermeyle birlikte genel, eşit ve doğrudan bir seçim hakkı temelinde tüm hükümet organlarını seçme veya tüm hükümet organlarına seçilme hakkına sahiptir ve tüm diğer vatandaşların olduğu gibi herkesin kendi ülkesindeki her devlet ve kamu makamını işgal etmek konusunda eşit imkâna sahip olmalıdır. Taslağın 22. maddesinin sunulmuş bulunan metninde bu sorunlar gerekli ifade edilişleri içermemektedir. Her insanın kendi ülkesinin veya devletinin hükümetine katılmak hakkından söz etmek yetmez. Herhangi bir devletin her vatandaşının devletin hükümetine katılma hakkı olduğu ifade edilmek zorundadır; onun sadece genel eşit ve gizli bir seçim hakkı temelinde değil, aynı zamanda doğrudan seçim hakkı temelinde de tüm hükümet organlarını seçme ve tüm hükümet organlarına seçilme hakkına sahip olduğu ifade edilmek zorundadır.
    Herhangi bir devletin her vatandaşının, diğer vatandaşlarınki gibi, kendi ülkesindeki herhangi bir devlet veya kamu makamını işgal etmek eşit imkânına sahip olduğu ifade edilmek zorundadır. Taslağın 22. maddesi bunu hiçbir şekilde içermemektedir. SSCB Delegasyonu’nun önerisi, herhangi bir devlet vatandaşının temsilcilik organlarına seçimlerine katılmasını sınırlayan mülkiyet, eğitim ve diğer sektörlerdeki engellerin yukarıda belirtilen ilkeyle bağdaşmaz olduğundan da söz etmektedir. Üçüncü Komisyon tarafından yazılmış olduğu biçimiyle İnsan Hakları Deklarasyonu taslağının 22. maddesinde demokratik seçim hakkının bu önemli güvencelerine dikkat çekiş eksiktir. Yukarıda belirtilen zaaflar göz önüne getirildiğinde SSCB Delegasyonu Deklarasyon’un bu taslağını kabul edemez.
    SSCB Delegasyonu ayrıca, İnsan Hakları Deklarasyonu taslağının 30. maddesinin hemen arkasından şu içerikte yeni bir maddenin eklenmesini önermektedir:
    “Bu Deklarasyon’da sayılan insan ve vatandaşın hak ve temel özgürlükleri, devlet yasaları vasıtasıyla güvence altına alınır. Bu hakların her türlü dolaysız ve dolaylı ihlal edilmesi ve sınırlandırması bu Deklarasyon’un ihlal edilmesidir ve Birleşmiş Milletler Örgütü’nün tüzüğünde ilan edilmiş yüksek ilkelerle bağdaşmaz.”
    Böylesi bir madde neden kabul edilemez? Böylesi bir maddenin İnsan Hakları Deklarasyonu’na alınması sorununu ortaya attığımızda niçin karşı çıkış ayaklanır? Bu maddenin özel olarak açıklanmasına gerek yoktur. Bu madde insan ve vatandaşın hak ve temel özgürlüklerinin devletin yasaları vasıtasıyla garanti altına alınmasını talep eder. İnsan haklarının tüm dolaysız ve dolaylı ihlalleri ve sınırlamalarının bu deklarasyonun bir ihlalini oluşturduğunu saptar; bu ihlallerin Birleşmiş Milletler Örgütü’nün tüzüğünde ilan edilmiş yüksek ilkelerle bağdaşmaz olduğunu tespit eder. Bu neden söylenemez? Birleşmiş Milletler Örgütü’nün tüzüğünde kayıt altına alınmış ruh ve ilkelerle bütünüyle uyum içinde bulunan böylesi bir madde neden kabul edilemez?
    Bunlar, sıradan insanların milyonlarca kitlesinin, tüm barışsever halkların, insanın temel özgürlükler ve haklarının kurulması ve pekiştirilmesi için, demokrasinin, ilerleyişin, barışın ve halklarının güvenliği çabalarına yeterince katkı sağlaması için İnsan Hakları Deklarasyonu’na alınmak zorunda bulunulan en önemli ilkesel öneme sahip hükümlerdir.
    Burada ortaya koyduğum SSCB Delegasyonu’nun bu düzeltmeleri olmaksızın İnsan Hakları Deklarasyonu’nun bu taslağı bizim sağlam kanımıza göre eksiktir ve tatmin edici değildir. Bu her iki zaafla İnsan Hakları Deklarasyonu, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün çıkardığı böylesi bir belgenin önüne koyması zorunlu olan doğru talepleri, ifade edemez ve böylece hedefe kesinlikle ulaşamaz.
    Bana kalan bu beş dakikalık süreyi bu tartışma süreci içinde ortaya atılan ve sadece teorik olarak sunulmuş bulunan, ama bana göre hiç de sadece teorik türde olmayan bir sorun için kullanmama izin veriniz. Bu, Sovyet Delegasyonu’nun kendisinin önerilerini getirirken güya izlediği eğilim hakkındaki sorundur.
    Burada, Sovyetler Birliği’nin insan kişiliğini devlete tabi kılmaya çaba gösterdiği, devletin insan kişiliğini ezdiği ve insanın, örneğin Hobbes’in “Leviathan”ındaki türde olduğu gibi her şeye kadir bir devlette küçücük bir vidacık haline geleceği anlamında sözler edildi.
    Oysa bunlar, yalnızca bu itirazları getirenlerin kendilerinin yaptıkları hakkında yeterli derecede hesap vermediklerini ve onların Sovyetler Birliği hakkında söyledikleri şeylerin anlamını yeterli oranda gözden geçirmediklerini kanıtlayan boş laflardır.
    Onlar herhalde, tarihte toplum içinde antagonist sınıflar ortaya çıktığı zamandan beri mevcut olan devlet ile kişilik arasındaki çelişkinin bir olgu olduğunu unutuyorlar. Toplumun sınıflara bölündüğü yerde egemen sınıflar, tam da devletin güç aygıtını ve erk aracını –ki zaten devlet budur– ellerinde bulundururlar. Sınıf egemenliğinin bir aracı olan devlet, bu toplumlarda egemen sınıfın hedefleriyle, kendisi tarafından uğruna savaşılan çıkarlarıyla birlikte nüfusun esas kitlesini oluşturan diğer sınıflarla zıtlık içinde durmaktadır.
    Antagonist sınıfların bulunmadığı bir toplumda durum başkadır. Orada doğal olarak devlet ile insan arasında bir çelişki yoktur; orada böylesi bir çelişki olamaz, çünkü devlet böylesi bir toplumda kolektif insandır. Tarihsel çelişki böylesi bir toplumda ortadan kaybolmaktadır; o, bu toplumun birbirine zıt sınıflara bölünmediği, sömürenler sınıfı ve sömürülenler sınıfına ayrılmanın artık bulunmadığı bir gelişmeye zaten ulaştığından, bu gelişime ulaşmış bu toplum tarafından bertaraf edilir, varlığı son bulur. Bundan dolayı burada tarihsel anlamda devlet ile kişilik arasındaki ilişkilerde bir sorun yoktur. Bu problem tarihi gelişme vasıtasıyla, özellikle bizim anavatanımızda, ortadan kaldırılmıştır.
    SSCB’nde kişiliğin devlete tabi olduğunu düşünen çeşitli konuşmacıların bunları düşünmeleri gerekir. Devlet ile kişilik arasındaki ilişkiler SSCB’de bütünüyle harmoni içinde bulunmaktadırlar. Her iki çıkar da birbirleriyle mutabakat halindedir.
    Ve bu kendisinin ifadesini tüm ilerici insanların gurur duyduğu şu formüle edişte bulmaktadır: “Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği işçi ve köylülerin sosyalist bir devletidir.” Bununla, Deklarasyon taslağında yüksek bir idealden söz edilenin, yerkürenin altıda birinde, SSCB’de artık gerçekleşmiş olduğu zaten söylenmiş olmaktadır.
    Bundan ötürü, Sovyetler Birliği’nin insanı kişisizleştirmeye ve onu devlete tabi kılmaya güya çaba gösterdiği şeklindeki açıklamalar bütünüyle anlamsızdır ve ancak bu açıklamaları yapanların kendilerinin etrafında gerçekten neler olup bittiğini görmekten acizliğini göstermektedir.
    Kanada temsilcisi burada, iki yönelimin –insan haklarına saygı gösteren yönelim ve devletin insanın üzerindeki üstünlüğünü güçlendiren yönelim– birbirleriyle mücadele ettiklerinden söz etti. Uruguay’ın temsilcisi de burada kısmen aynısını dile getirdi. Beyler, iki yönelimin mücadelede karşı karşıya durdukları doğrudur, ama adı geçen devletler temsilcilerinin burada sözünü ettikleri şeyler ne yönelimler ne de mücadeledir.
    İnsan Hakları Deklarasyonu taslağının hazırlanması sorununda da doğal olarak iki yönelimin mücadelesi belirdi.
    Yönelimin birisi, demokrasinin ve ilerleyişin, barışın ve halkların güvenliğini savunan yönelimdir. Bu yönelim faşizme ve faşist-Nazist faaliyete gem vurulmasını talep etmektedir. Diğer yönelim ise gericilik ve saldırganlığın yönelimidir.
    Yönelimin biri, insanlığın en kutsal değerlerine karşı yönelen tüm ve her türden anti-demokratik ve faşist görüşlere, sözde “teorilere” vs. karşı bir yönelimdir. Diğer yönelim ise, şimdiki zamanın ilerici düşüncelerine, dünya egemenliği üzerinde yeni hak iddia edenlerin egoistçe çıkarları için mücadele uğruna başkaldırmak isteyen faşizm ve Nazizm de dâhil olmak üzere gerici güçlerin desteklediği ve kullandığı yönelimdir.
    Bu yönelimlerin birbiriyle kapışması ve mücadelesi hem Üçüncü Komisyon’un çalışmasında hem de demokrasi, ilerleyiş, barış ve uluslararası iş birliği için, gericiliğe ve saldırganlığa karşı mücadele eden Sovyet Delegasyonu ile başka bir dizi delegasyonların direnişinde ifadesini buldu.